Cemaatler ve Dünya siyaseti
Önceki dönemlerde propaganda, fikirler ve kitaplar vasıtasıyla yapılırdı. Bir fikre veya faaliyete karşı çıkanlar, onun hakkında doğru yanlış, tahkir, tezyif veya iftira ne varsa yazar, çizer ve çeşitli ortamlarda anlatırdı. Üç-beş bazen de on-on beş senede sonuçları almaya başlardı. Ancak son asırda çok şey gibi bu da değişti. Dünya siyaseti artık çok farklı. 11 Eylül İkiz kulelere saldırı veya İŞİD-DAEŞ gibi faaliyetler yüzlerce kitabın yüz senede yapamadığını bir haftada yapabiliyor. Silahlı propaganda daha süratli ve daha etkili ve daha yıkıcı. Şüphesiz tahrip kolay, tamir zor.
İslam, dünyada en hızlı yayılan din. Ancak son hadiseler bu hızı kesti. İnşallah bu musibetler geçicidir. Türkiye de dünyanın bir parçası, aynı hadiseler burada da farklı versiyonlarıyla icra ediliyor. Kimisi bilerek kimisi bilmeyerek hadiselerin bir parçası haline geliyor. Cemaatlerin yapmış olduğu dini ve ilmi hizmetler de dünya genelinde olduğu gibi bu tür hadiselerden yara alıyor.
Ahirzaman çarşısında iyi-kötü, hayır-şer beraber hatta aynı dükkânda satılır hale geldi. Marifet ya da imtihan sırrı bunları birbirinden ayırmakta… Devletin de hatasıyla uzun süredir, devletle iç-içe olmuş bir grubu nazara vererek dini cemaatleri ve tarikatları suçlamak en çok bu millete ve memlekete zarar verir.
Aslında dini cemaat ve tarikat tabirlerini de incelemek gerekiyor. Cemiyetten ziyade birleştirici olan cemaat kavramı önemlidir. Daha da önemli bir husus Nur talebeleri kendilerini ayrı bir cemaat saymak yerine; bütün Müslümanları içine alan bir İslam cemaati olarak görürler. Nitekim Bediüzzaman Said Nursi bir mahkemede cemiyet suçlamasına karşı şöyle cevap vermiştir: “Evet, biz bir cemiyetiz. Ve öyle bir cemiyetimiz var ki, her asırda üç yüz elli milyon(şimdi bir buçuk milyar) dâhil mensupları var. Ve her gün beş defa namazla o mukaddes cemiyetin prensiplerine kemal-i hürmetle alakalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar. ‘Müminler Kardeştirler’ kudsî programıyla, birbirinin yardımına—dualarıyla ve manevi kazançlarıyla—koşuyorlar. İşte biz bu mukaddes ve muazzam cemiyetin efradındanız.” 1 Bu sebeple Cemaatler bu milletin, bu ümmetin ve bu toplumun ayrılmaz bir parçasıdır hatta ta kendisidir.
Bediüzzaman Hazretleri uygulamalarında da bu birleştirici prensibini devam ettirir: “’Mesleğim haktır’ yahut ‘daha güzeldir’ diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden ‘Hak yalnız benim mesleğimdir’ veyahut ‘Güzel benim meşrebimdir’ diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek.”2 Bu prensip çok önemlidir. Çünkü İslam dünyasındaki gruplardan yıkıcı hareketlerde bulunanların tamamı sadece kendilerini haklı veya sadece kendilerini mümin görenlerdir.
Bediüzzaman Said Nursi’nin hizmet ve faaliyetlerini “Nur talebeleri” çerçevesinde değerlendirmesi önemlidir. Şöyle der: “Ben hocayım, şeyh değilim.”3 Yani Kur’an-ı Kerim’i okuyup mütalaa eden ve etrafındakilere ve talebelerine ders veren bir âlim ve bir hoca… Şeyh kavramında kısmen de olsa idare ve yöneticilik gibi hususlar olsa da hocalıkta yönetim ve idarî işler meşveret ve şuradadır. Meşveret de İslamî prensiplerin geçerli olduğu açık ve şeffaf uygulamalardır. Siyasîlerin endişe edeceği hususlardan uzaktır.
Risale-i Nur’da da geçen Hacı Bayram Veli’yle ilgili meşhur “Bir buçuk mürid” hikâyesinde olduğu gibi devlet adamları zaman zaman din âlimlerinden ve talebelerinden endişe etmişlerdir. Ancak İmam-ı Azam’dan, Hanbeli’ye, Geylani’den Gazali’ye, Mevlana Celaleddin’den Mevlana Halid’e ve Bediüzzaman Said Nursi’ye kadar yüzlerce âlim zatlar her türlü teşvik, tahrik, baskı ve tertiplere rağmen hiç bir zaman menfi ve yıkıcı hareket içinde bulunmamışlardır. Mevki ve makama talip olmamışlar, siyaset ve devlet işlerine karışmamışlardır. Sadece ilimlerinin gereği olarak dünyevi bir karşılık beklemeksizin gerekli ikaz ve irşad hizmetlerini yapmışlardır. Sulh ve süküna, barış ve huzura vesile olmuşlardır. Bugün İslam dünyası ayaktaysa ve istikamet üzereyse bu zatlar ve talebeleri sayesindedir.
Bütün zamanlara göre dâhili ve harici fitne ve tahribatın en fazla olduğu bu zamanda Kur’an ve iman hakikatlerini öğrenmek ve sünnet-i seniyyeye göre yaşamak ve çevreye gerekli ikaz ve irşad hizmetini yapmak bu zamanın en önemli vazifesidir. Bu fitne ve tahribata karşı ferd olarak değil ancak cemaat olarak mukabele edilebilir. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de ferman eder: “İçinizden iyiliğe çağıran, marufu emredip, münkerden sakındıran bir topluluk(cemaat) bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.”4
1-Şualar, s. 320.
2-Lem’alar, s. 155
3-Tarihçe-i Hayat s. 413
4- Âli İmran Suresi:104.