Adalet ve İbadet
“Yaş ve kuru her şey kitab-ı mübîn’de yazılıdır.” Kur’ân-ı Hakim’de her şey ya açık ya da gizli yani remizler ve işaretler şeklinde
mevcuttur. Evet, Kur’ân’da her şey mevcuttur, ancak Cenâb-ı Hak bir lütuf olarak onu kolaylaştırmış ve dört ana esas ve maksat üzerine bina etmiştir. Risâle-i Nur’da birkaç bahiste bu dört esas ve maksat “tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet” olarak zikredilir. İşârâtü’l-İ’câz’da bu dördüncü esas “adalet ile ibadet” şeklinde biraz daha detaylandırılır.
Kâinat maddî ve manevî her yönüyle adalet üzerine kuruludur ve onunla devam eder. Ancak ibadet de adaletin ayrılmaz bir parçasıdır. Demek ki, ibadet de Kur’ân-ı Kerim’in vazgeçilmez esaslarından ve maksatlarındandır. Yerde ve gökte ne varsa Cenâb-ı Hakk’ı zikreder, ibadet eder. Geriye kalan sadece insanlar ve cinlerdir. Kur’ân-ı Kerim’in en önemli maksatlarından birisi de, bu iki taifede adaletin ve ibadetin hâkim kılınmasıdır.
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de muhtelif âyetlerde kâinattaki muhteşem icraatını ve bunlardaki “mizan, ölçü ve takdir” gibi fiillerini zikreder ve bunların kendisinin bir düsturu ve prensibi olduğunu hatırlatır. İnsandan da yaptığı işlerde bu prensibe yani ölçüye dikkat etmesini, adaletli olmasını emreder. Meselâ Rahman Sûresi’nde ferman eder: “Göğü yükseltti ve mizanı koydu. Sakın mizanda ‘haksızlık ve taşkınlık yapmayın!’” Misâl verilecek olursa, hemen üzerimizdeki atmosferden, Ay ve Güneş’in bize olan mesafesine; yıldızların ve galaksilerin büyüklüklerine ve uzaklıklarına kadar hassas ve ideal şekilde yerleştirilmiş bir kâinat içinde yaşıyoruz. Cenâb-ı Hakk’ın Adl ve Mukaddir isimlerinin tecellisi sayesindedir ki, atmosferimiz koruyucu bir tavandır. Uzaydan gelen zararlı ışınları süzecek ve meteor yağmuruna kalkan olacak şekilde şeffaf bir tavandır. Yine hemen atmosferin dışında yani tam tepemizde dolaşıp duran binlerce göktaşı uygun bir yüksekliktedir ki, her biri bir memleketi yerle bir edecek büyüklükteki bu taşlar bize dokunmamaktadır.
Yerküre’nin Güneş’e olan mesafesi ve ekseninin eğikliği ve yörüngesindeki hızı gibi daha nice harikalıklar da bir hesaba dayanır. Bugünkü ileri teknoloji sayesinde hız ve çekim hesaplarına göre, uzaya uydular gönderen ve yörüngelerine yerleştiren insanoğlu, Cenâb-ı Hakk’ın adaletteki ve hesaptaki “kılı kırk yaran” hassasiyetini iyi idrak etmeli ve “hesap gününü” unutmamalı, mizanda haksızlık ve taşkınlık yapmamalıdır. Âyetteki “Göklerdeki mizan” ile insana emredilen “mizan”ın arka arkaya zikredilmesi dikkat çekicidir. Tarihte ölçüyü ve adaleti ihlâl eden, zulme ve dalâlete sapan eski kavimlerin semâvî taşlarla cezalandırıldıklarını Kur’ân-ı Kerim ve diğer semavî kitaplar bahsetmiştir. Tarihî araştırmalarda bu hakikat teyid edilmiştir. Zaten kıyamet de böyle başlayacaktır. Yeryüzünde adale
t ve ölçü kalmayınca, insanın zulmüne karşı gayz ve öfkeye kapılan yer ve gök, İsrafil’in (as) suru ile serbest bırakılacak. Cenâb-ı Hak ölçüyü değiştirecek. Ölçü sayesinde cennet misâli bir mekân olan şu Yerküre; yıldızların yağmur gibi yağdığı, okyanusların tutuştuğu, dağların pamuk gibi atıldığı, cehennemî bir hâl alacaktır. Evet, adalet o kadar önemli bir maksattır ki, onun için kıyamet de kopacaktır. Nitekim adaletsizlikten canı yanan birisi bütün bahaneleri reddederek demiş: “Bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun.”
Ölçü ve adalet atom altı parçacıklarda da akıllara durgunluk verecek seviyede devam eder. Yıldızlarda ve gezegenlerde çalışan Adl ve Mukaddir isminin kalemi ve pergeli sanki milyarlarca defa küçülerek atomun içine girer. Orada da yörüngeleri çizer, hesapları yapar; hızları ve kuvvetleri dengeye getirir. Haşir meydanında da aynı kalem ve aynı kudret ile hesaba çekileceğimizi unutmamak gerekiyor.
Yine canlılarda Cenâb-ı Hakk’ın Adl ismi muazzamdır. Onların hücre yapılarındaki şekillendirilmelerine; rızıklarını elde edecek cihazlarla, kendilerini savunacak silâhlarla donatılmasına kadar muazzam bir ölçü ve takdir ile bütün ihtiyaçları zamanında ve yerinde kendilerine verilir. Karalarda ve denizlerde zayıf canlılar, binlerce yıldır varlıklarını ve nesillerini güçlülere rağmen muhafaza ederler. Adl ismi denizlerin derinliklerinde, ormanların karanlıklarında da büyük bir hikmet ve hassasiyetle devam eder gider.
Sebe Sûresinde Cenâb-ı Hak ferman eder: “‘Çokça zırhlar imal et ve biçimlemede ölçüyü gözet’ dedik. Siz de iyi işler, salih ameller yapın, çünkü ben her yapacağınızı gözetiyorum.” Bir çalıya dikenli bir elbiseyi, bir hayvana koruyucu güzel bir kürkü, vücut şekline en uygun şekilde, en güzel ölçülerde dikip giydiren Cenâb-ı Hak, Hz. Davud’dan da (as) ölçülü bir zırh yapmasını ister. Aynı şekilde manevî bir zırh olan salih ameli ve adaleti ister. Cenâb-ı Hak bizden, sanayide ve san’atta da ölçü ve hesabı, ileri teknolojiyi istediği gibi ibadeti de ister ve gözetlediğini de ifade eder.
Adalet ve ibadet arasındaki münasebeti daha da iyi anlamak için Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadesine de bakmak gerekiyor: “Şeriat da, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir.” Yani adalet ve şeriat ibadetsiz olmaz, neredeyse yok demektir.
Malûm adalet demek hak ve hukuka riayet etmek demektir. Hukuk ise hukukullah ve hukuk-u ibad olarak ikiye ayrılır. Birincisi bizi yoktan var edip sayısız nimetleriyle donatarak muazzam bir vazifeyle yeryüzüne halife olarak gönderen Âlemlerin Rabbinin emirlerini yapmaktır, emredildiği şekilde ibadet etmektir. Diğeri de kul hakkına riayet etmektir. Genelde insanlar hukuk denilince, Cenâb-ı Hakk’ın merhamet ve şefkatini düşünerek gaflet eder ve ikinci kısmı anlar. Ancak arza halife olacak istidatlar, Âlemlerin Rabbinin muhatabı olmak gibi hususlar ve vazifenin büyüklüğü düşünüldüğünde gerçek, daha net olarak fark edilir ve “ibadet” bu âlemi ayakta tutan dört sütundan birisi olarak karşımıza çıkar.
Risâle-i Nur’da da ifade edildiği gibi ibadet aynı zamanda kul hakkı ile de ilgilidir. Bir kaptanın, bir komutanın ya da başka bir yöneticinin görevindeki ihmal sadece kendisi ile sınırlı değildir. Sorumlu olduğu kişilerin de hukukunu ihmâl etmiştir. Bu sebeple ibadeti terk eden insan, canlı cansız, ibadet eden bütün varlıkların hukukunu çiğnemektedir.
Adaleti her zaman herkese uygulamak kolay değildir. Bilhassa kişiler güçlü olduğu zamanlarda adalet bir yana itilir, sadece kitaplarda kalır. Vaktiyle Avrupa’da bir prens mahkemeye getirildiğinde, ne yapacağını şaşıran hâkimin; “Bizim kanunlarımız halkı muhakeme etmek içindir, prensleri değil!” sözü meşhurdur. Ancak ondan asırlar önce Halife Hz. Ali’nin (ra) halktan bir Yahudi ile ve Fatih Sultan Mehmed’in bir Rum mimar ile eşit şartlarda muhakeme edilmesi dünyanın nasıl ayakta durduğunun bir açıklamasıdır. Prensi adalete ayak direten; güç ve kudreti, gurur ve kibiridir. Hz. Ali (ra) ve Fatih Sultan Mehmed’i adaletin karşısında diz çöktüren ise; kalblerini ve başlarını secdeye götüren ibadettir, İslâm’dır. İşârâtü’l-İ’câz’dan bir bölüm aktaralım: “Akaidi ve imânî hükümleri kavî ve sabit kılmakla meleke haline getiren, ancak ibadettir. Evet, Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle, vicdanî ve aklî olan imanî hükümler terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır.”
hasangunes@hotmail.com